Ben 66 yaşımda bir kitap yazmaya niyetlendim. Geçmiş 66 yıl içinde matematik kitapları dışında hiçbir şey kaleme almadım; edebiyat dünyasının sade bir gözlemcisi olarak kaldım. Ama yazmaya niyet etmek yetmiyor; bir konu da bulmak gerekti. Hem sonra bu konuyu da bizlere edebiyat derslerinde anlatıldığı gibi “serim – düğüm – çüzüm” üçlüsünden oluşan bir formata oturtmak gerekiyordu. Yani önce “sereceksiniz” sonra “düğümleyeceksiniz(?)” ve en sonda da “çözeceksiniz”.! İşte bize edebiyat derslerinin verdiği edebiyatsızlık buydu. Tabii ki bu saçma formatı bir kenara bırakıp işe nasıl girişeceğimi düşünmeye başladım.
Çok çarpıcı bir
giriş olmalıydı bu. Okuyucu girişin büyüsüne kapılıp kitabı sonuna kadar
okumalıydı. Kitabı beğenmese de giriş paragraflarının etkisiyle ve “acaba bir
sonraki bölümde tatmin olur muyum?” düşüncesiyle son sayfaya kadar gitmeliydi.
Ne tasarladımsa beğenemedim. İşte bir iki örnek :
“Ali 39 yıl sonra doğup büyüdüğü mahalleye gelice ilk gözüne çarpan Mesut Bey’in bahçesindeki Menengiç ağacının hala orada olduğuydu. Mahalle değişmişti ama ağaç aynı eskisi gibiydi. Birden Ayşe’yi anımsadı; o ağacın altında......”
Yok olmadı! Ucuz romantizm! Belki Türk Sanat Musikisinde ucuz bir şarkı sözü olabilir ama ben tutmadım bu girişi! Yeniden denemeliyim.
“Balıkçı Rasim’i 1976 yılının Temmuz’unda tanıdım. O
zamanlar ben deli dolu bir üniversite öğrencisiydim. Rasim de ağabeyim
sayılırdı; tanıdığımde 49 yaşındaydı.
Rasim Kaptan.........”
Bu da olmadı. Ne
uydurayım şimdi ben Rasim Kaptan hakkında? Denize tapan entellektüellerimiz o
kadar çok yazdı ki buruşuk tenli sahil mağdurları hakkında, benim uydurmalarım
yavan kalır onların yanında.
“Ve bir gün Reşat Ağa son nefesini verdi. Üzüleni
yoktu çunkü köylülere ettiği kötülüğün haddi heesabı da yoktu. Nam-ı diğer Reşo.......”
Bunu da
sevemedim. Köy romanlarının modası geçti galiba. Ne de olsa köylüler kentlere
göçtü; Ağa-Köylü ilişkisi de yavan bir konu oldu.
En sonunda
buldum nasıl başlayacağımı. “Hayatım roman!” deyip işe girişiyorum. Giriş
ilginç olmasa da kitabım ilerde ilginçleşebilir umudundayım. Bakarsınız ben de
ünlü olurum, oturduğum evlere plakalar çakılır falanca burada günbatımını
seyrederdi diye. Olur mu olur! Okurum da biraz sabırlı oluversin; anlatacağım
bir yığın ilginçlik var ilerleyen satırlarda.
İLK YILLAR
Ben 1944 yılının
23 Nisan’ında doğdum. Ama nüfus belgem 24 Nisan yazar. O yıllarda çocuk
bayramında doğanlara bir miktar para ödülü veriliyormuş. Kaç para bilmiyorum.
Herhalde dişe dokunur bir miktar ki doğduğum hastane 23 Nisan’da doğanları,
hele geceyarısına doğru doğanları 24 Nisan’da kaydeder böylece de paracıkları
kurtarırmış. Neyse para alamadık ama doğduk nihayet.
Gelelim 1944
yılına. Bebektim o zaman ama bu ve bundan sonraki birkaç yıla ait
anlatacaklarımı doğal olarak sonradan ve yakınlarımdan duyduklarıma göre
anlatacağım.
O yıllar harp
yıllarıydı. 2. dünya savaşı var dehşetiyle devam etmekteydi. Biz savaşa
girmedik ama girmiş kadar olduk. Yeni kurulmuş bir devlettik ve savaşa girmesek
de savaşın üzerimize yüklediği ekonomik baskıyı altedecek güçte değildik.
Yıllar sonra aneeannemin nüfus kağıdında “Mart ayı ekmek karnesi verildi.” gibi
imzalı mühürlü kayıtlar gördüm. Karartma
vardı. Geceleri siyah perdeler sımsıkı örtülür, içerde de fazla parlak ampuller
söndürülürdü. Hoş ikide bir kesilen elektrik yüzünden çoğu geceyi gaz
lambasıyla idare ederdik ya. Belki de bu yüzden bu lambalara “idare lambası”
deniyordu. Bekçiler gezerdi
geceleri. Işık sızıyor mu diye kontrol ederlerdi. Sızıyorsa ellerindeki değneklerle camlara
vururlar, biz de dışarı fırlar, sızan yerleri tespit eder, oralara ilave
tıkaçlar sokardık. Böylece Almanlar da bizi bombalayamazlardı. Bu karartma
önlemleri 8 Kasım 1944’e kadar sürdü ve bu tarihten sonra ışıklar serbestçe
yakılabildi. Bu arada herşeye rağmen bizi savaşa sokmamak için her yolu deneyen
ve başarılı da olan İsmet Paşa’ya borçlu olduğumuzu unutmayalım. Ya o sırada başımızda Enver Paşa
gibi askeri bir deha olsaydı! Dosdoğru Adolf’a gidip “Mein Führer, Türk askeri
yedi cephede sizin için ölmeye hazırdır!” deseydi. Malum
yanlış ata oynamakta usta olan bir askeri deha idi kendisi.
Bakın bu arada
karartma ile ilgili bir olay geldi aklıma. Anlatıvereyim.
Galiba 1. dünya
savaşında olmuş bu. Fransızlar ülkelerindeki bir kenti karartmışlar ama
bununlada yetinmeyip kentin yakınlarında bir yere sahte bir kent yapıp orada birkaç ışık yakmışlar. Sanki
pencerelerden sızarmış gibi. Neresiydi anımsamıyorum. Neyse, Almanlar da gerçek
kenti bombalayıp sahte kente de tahta bombalar atmışlar. Alman mizahı!
No comments:
Post a Comment